12 Ocak 2011 Çarşamba
4 Ocak 2011 Salı
ERZURUMLU KETENCİZADE MEHMET RÜŞTÜ EFENDİ
ERZURUMLU KETENCİZADE
MEHMET RÜŞTÜ EFENDİ
Erzurumlu Ketencizade Mehmet Efendi,
Hızır Aleyhisselamı çok görmek isterdi.
Her daim bu aşk ile yanıp tutuşuyordu,
Dua ederek, bir gün görmeyi umuyordu.
İçindeki bu arzu, gün geçtikçe büyüyor,
Ketenci zade bunu hocasına soruyor.
Hocam nasıl görürüm ben Hazreti Hızır’ı?
Medet bana ya Hocam ruhum bulsun huzuru.
Daha çok gençsin oğlum, mutlak bir gün olacak,
Göreceksin Hızır’ı ruhun felah bulacak!
Sabah namazlarını, her gün Ulu Camide,
Kıl Rabbine dua et; umut kesme yine de.
Mutlak cemaatle kıl, kırk gün böyle devam et!
El açıp yaratana, isteğini beyan et!
İnşallah kırk gün sonra Hızır’ı göreceksin,
Allah nasip ederse murada ereceksin!
Hocasının cevabı, çok mutlu etti onu,
Sevinçten uçuyordu, tuttu evin yolunu.
Her sabah namazını cemaatle kılıyor,
Kavuşmak arzusuyla yanıyor yakılıyor.
Otuz dokuz gün böyle devam etti dikkatli;
Geç kaldı kırkıncı gün, geçmekte namaz vakti.
Telaş ve pişmanlıkla Ulu Camiye koştu,
Cemaat dağılmıştı, Ulu Cami bom boştu.
Yüreğindeki acı, sanki yüzüne vurdu,
Sabah namazı için öyle kıyama durdu.
Bu kaçan bir fırsattı Hızır’ı görmek için,
Dost bahçesinde açan güllerden dermek için.
Aksakallı ihtiyar yaklaşıp selam verdi,
Bakmadı ki yüzüne, önüne perde gerdi.
Ketenci zade ile sohbette ısrarlıydı,
Onunla konuşmanın bir yolu olmalıydı.
Caminin karşısında, kalenin sur dibinde,
Türbe var bilir misin kim yatıyor içinde?
Fatiha okuyalım o mübarek ruhuna,
Ebu İshak Hazrete ve onun ervahına.
Asker arkadaşımdır o, mübarek bir kişi,
Resulün sancaktarı, İslâm’ı yaymak işi,
Hiç bakmadan yüzüne yanındaki faninin,
Yürüyerek geçtiler karşısına caminin.
Türbenin kapısından içeriye girdiler,
Tazim ile eğilip, zata selam verdiler.
Ebu İshak Hazretin aziz ve pak ruhuna,
Tam kalbi selim ile okuyordu Fatiha.
Hem Fatiha okuyor, hem de düşünüyordu,
Muhakeme ederek kendi kendine sordu.
Ölüm tarihi belli, kaç yüz yılı aşıyor,
Asker arkadaşıysa, nasıl hala yaşıyor?
Büyük bir heyecanla o zata doğru döndü,
Yanında hiç kimsenin olmadığını gördü.
Ne yana bakındıysa kimseyi bulamadı,
O,Hazreti Hızır’ın farkına varamadı.
Pişmanlığı böylece iki kat daha arttı,
Bu, ne kadar önemli, bu, ne büyük fırsattı.
Bilmeden sohbet etti hazreti Hızır ile,
Şimdi o da kabrinde yatıyor huzur ile.
Tüm geçmişlerimizle, Ketenci’nin ruhuna,
Allah rızası için okuyalım Fatiha.
(Bu olay, Araştırmacı Yazar Naci Elmalı’nın; Ketencizade’nin 150. ölüm yıldönümü münasebetiyle kaleme almış olduğu “Erzurumlu Ketenci zade Mehmet Rüştü Efendi” isimli eserinden alınarak tarafımdan manzum hâle getirilmeye çalışılmıştır.)
KUMRU
KUMRU
Uzanıp da sere serpe kumlara,
Güneşlenen bir ahuya benziyor.
Açılır kapanır sürmeli gözler,
Manalı, manalı beni süzüyor.
Tatile mi geldin buralı mısın?
Yârinden ayrılmış yaralı mısın?
Bencileyin bahtı karalı mısın?
Böyle mahzun halin beni üzüyor.
Yollar uzun, bazen döner yokuşa,
Dayanamam böyle masum bakışa,
Sar beni de boynundaki nakışa,
Şifa bulmaz gönül yaram azıyor.
Her yudumda şükredersin Mevla’ya,
Kanat açıp yükselirsin semaya,
Beni de al, götür kendi dünyana,
Çile tükenmiyor, hasret uzuyor.
Kuş olsaydım sencileyin uçardım,
Ne çare ki, günahkârım naçarım,
Af dilerim, Huda’ya el açarım,
Felek hendeğini, derin kazıyor.
Meftunizadeyim tel ile değil,
Sohbetim kumruyla el ile değil,
Süleyman değilim, dil ile değil,
Gözleri gönlüme, destan yazıyor.
MALİYECİNİN AŞKI
MALİYECİNİN AŞKI
Vasıtalı tanıştım ama
Seni Malthüs kadar seviyorum.
Şimdi git odana
Yarın orijin de bekliyorum.
Seni annenden ayni vergi olarak alacağım.
Sakın darılma bana.
Sonra zimmetime...
Beni kabul edersen,
Yüzde yirmi zam sana.
Memluk arazide bir saray,
Gelirini sana vakfedeceğim.
Aşkımı takas edersen
O zaman mükerrer vergi keseceğim.
Kasamdaki paralar ellerin kadar yumuşak.
Kütüphanemde kanun yerine senin hayat hikâyen,
Kafamda,
Eşelmobil sistemi yerine,
Senin mülkiyet hakkın dolaşıyor.
Bana da bir miras düşer mi diye düşünüyorum.
Eğer beni reddedersen mahvolursun.
Sonra kendini Temyiz Komisyonunda bulursun.
Oda olmazsa
Danıştay’a giderim.
Seni ellerimle
Hazineye teslim ederim.
Duyuyor musun?
Benim,
Kıymetli Ayniyat Hesabının zimmetindeki sevgilim
İzabella...
1969 Maliye Okulu - ANKARA
PUSAT DESTANI
PUSAT DESTANI
Onursuz her vuruşa,
Onurlu bir doğruluş,
Hayat denen yarışı,
Yuvada buldu Pusat.
Zafer yolunda bile,
Çekilen kutsal çile,
Söylemek kolay dile,
Bir derviş kuldu Pusat.
Yılmadı yorulmadı,
Bulandı durulmadı,
Namerde vurulmadı,
Umuda yoldu Pusat.
Hem mavi gök yağız yer,
Nurlu alınlarda ter,
Yenilmedi her sefer,
Şampiyon oldu Pusat.
Süphan evi yüreği,
Bükülmedi bileği,
Yaratandan dileği,
Aydınlık yoldu Pusat.
Kürşat’ın Alperen’in,
Tarihe şan verenin,
Yunus gibi erenin,
Ruhuna doldu Pusat.
Cesareti pusatı,
Sabrı oldu küşadı,
Yüreğinde irşadı,
Yıkılmaz koldu Pusat.
Gürz yumruk çelik bilek,
Dokudu ilmek, ilmek,
Can hırkası giyerek,
Ayakta kaldı Pusat.
Pusat’tı onun adı,
Her gönülde yer aldı,
Namı cihanı sardı,
Oğuz’a dal dı Pusat.
ŞEHİT YUSUF
ŞEHİT YUSUF
Gün batımında,
Ve bir bağ bozumunda
Havada kasvet,
Yürekte hasret var.
Rüzgârla dans ediyor altın renkli başaklar.
Hangi kulak işitmez,
Huzur dolu o ritmi.
Mola verip orkestra,
Bir melodi bittimi.
Yorgun ama mutlu,
Dinlenirken başaklar.
Umutsuzluğu aşıp,
Umuda koşacaklar.
Yel eserken Kıble’den yayılıp ağır, ağır,
Bir ney sesi yükselir sema ya perde, perde.
Salınmaya başlarlar,
Aheste mi, aheste;
Bir derviş edasıyla kıyama dikilirler.
Ya… Allah...
Bismillah...
Secdeye eğilirler.
Bu virt ile büyüyen bir zikir halkasında,
Onlarla bütünleşmiş,
Nur yüzlü Ayşe ana.
Oğlunun özlemini başaklara bağladı.
Çiğ düşen sabahlarda,
Onlar ile ağladı.
Bağ bozumu,
Hasat mevsimi,
Hazan mevsimi,
Ayşe ana için,
Hasret mevsimi...
Gün ağarırken şafakta,
Bir tek başak bile kalmayacak ayakta.
Elbette bu bir sonun başlangıcı olacak,
Nice yoksul karnını ekmekle doyuracak.
Cemre düşüp toprağa, tohum filizlenecek.
Yeşerip boy atınca,
Asker Yusuf gelecek...
Fidan boylu,
Güzel huylu,
Ayşe ananın gözünün nuru,
Bir tanesi,
Yusuf’u,
Asker oğlu.
Gelinlik kız bakardı el altından,
Köyünden
Evlendirecek,
Düğün edecek,
Yusuf’un mürüvvetini görecek.
Düşünürken bunları tatlı bir rüyaya daldı...
Keklikler ötüyor sis çöken yamaçlardan.
Bir Yusufçuk seslenir,
Asırlık ağaçlardan.
Dağlarda mis gibi kekik kokusu,
Keklikte,
Avcı korkusu…
Bazen sessizliği dinler susarak.
Bir dal kırılsa,
Yâda kıpırdasa bir yaprak,
Yüreğinin sesi bozar sessizliğini.
Anlatmak için son bir kez çaresizliğini,
“Kim O…”
Diye haykırır ana keklik.
Anlar onun korkusunu Yusufçuk.
Ölmedi ya erkeklik.
Cevap verir:
“Benim. Korkma, Yusufçuk, Yusufçuk.”
Hava puslu...
Avcı pusuda...
Yusufçuk...
Son uykusunda…
Gün batımında ve bir bağ bozumunda,
Hava puslumu,
Puslu.
Kulaklarında patlayan tüfeğin yankısı,
Yüreğini parçalayan, ölüm korkusu.
Aradı,
Seslendi,
Ana keklik,
Bulamadı Yusuf’u...
Süzülüp gökyüzüne,
Kanat açtı tanrıya.
Kahramanlar yatakta,
Uykuda ölmezdi ya.
Çaresiz,
Yuvasına,
Yavrularına döndü.
“Yunus’ça yaşadı ve Yusuf’ça öldü.” Dedi.
Geride bıraktı Yusufçuk,
Anlatılmaz bir acı.
Ne istedi Yusuf’tan,
Bilmem ki hain avcı.
Muallâk...
Zihinlerde,
Anlamsızca bir soru.
Ne ateş yaktı alevi,
Ne su söndürdü koru...
Yorgun,
Yaşlı yüreği,
Dalmıştı ki uykuya;
Rüyanın ortasında,
Sıçrayarak uyandı,
Zavallı,
Ayşe ana.
Boğazında düğümlenmiş nefesi.
Kulağında çınlayan,
Oğlu Yusuf’un sesi:
“Yandım anam...”
Titreyen dudaklarıyla yakardı:
“Allah’ım bu acıya dayanamam.
Sen Yusuf’umu,
Sen oğlumu esirge…
Kına yakıp eline,
Davulla,
Zurnayla gönderdim askere.
Yusuf’um daha çok genç.
Ne olur,
Ölmesin...
Yiğidim yuvasına,
Tabut ile dönmesin.
Al;
Gözlerim görmesin.
Ben öleyim de,
Tek Yusuf’um ölmesin.”
Gözyaşına karışmış anlından akan teri,
Titreyen elleriyle,
Sıyırdı perdeleri.
Güneşi aradı,
Gece karanlığında.
Tufanlar kopuyordu,
Bahtsız yalnızlığında.
Yerinden fırlayacak gibi çarpıyor,
Kavrulmuş ana yüreği.
Ölmeden Yusuf’unu görebilmekti,
Onun bütün dileği.
Kırpmadan gözlerini,
Diredi karanlığa.
Karanlığın ötesinden,
Gelecek aydınlığa.
Gecenin sonunda sabah,
Bu yolun sonunda yine bir yol;
Şu dağın ardında bir dağ daha var.
Umutla bekleyecekti,
Oğlu dönene kadar.
Dudaklarında dua,
Ruhunda elem, hüzün,
Sabahı yok mu?
Ya… Rab!
Bu gece neden uzun?
Heyhat,
Bu gece bitmeyecek.
Hiç sabah olmayacak.
Ayşe anam,
Bahtına
Hiç Güneş doğmayacak.
Bu,
Gece değil anam.
Gözüne inen perde,
“Yiğit oğlun Yusuf;
Şehit oldu askerde...”
“O,
Bizim de Yusuf’umuz.
Şerefimiz,
Namusumuz ve ebedi gururumuz.”
Sesin geldiği yana yönelip Ayşe ana,
Uzatarak elini,
Dokundu şapkasına.
Titreyen elleriyle omzunu kavradı,
Konuşanın komutan olduğunu anladı.
“O benim ciğer parem.
O benim ruhum,
Canım...
Anlat…
Nasıl oldu?
Ne olur komutanım.”
“Yusuf bizim bölüğün en kahraman neferi.
Bütün arkadaşları onu,
İnanın çok severdi.
Cudi Dağı’nda bir gün,
Böyle bir akşamüstü;
Terörist takibinde,
Asker pusuya düştü.
Yola hâkim bir yere mevzilenmiş hainler.
Bunca kana doymadı,
Gözü dönmüş caniler.
Yağmur gibi yağıyor,
Başımızdan mermiler.
Son mermiyi silaha,
Bismillah diye sürdüm.
O an,
Siperinden bir ok gibi fırlayan,
Şehit Yusuf’u gördüm.
Cudi, Cudi olalı,
Böyle nida duymadı.
Yusuf’un,
Allah... Sesi,
Dağlarda yankılandı.
Elindeki bombanın çekiverip pimini,
Başlarına çökertti,
Ayıların inini.
Bizi kurtardı ama
Kendisi şehit oldu...
Rütbelerin en yücesi,
Şahadet onun oldu.
Ne mübarek anasın ki,
Oğlunu şehit verdin.
Bu gün doğan oğluma,
Onun adını verdim.
Benim oğlum Yusuf’ta vatana feda olsun.
Şehitler ölmen anam...
Vatanımız sağ olsun.
Karanlığın içinden karanlığa bakarak,
Görmeyen gözleriyle,
Etrafı tarayarak,
Yusuf’u...
Yusufçuğu düşündü...
Hafifçe gülümsedi.
Bir nur indi yüzüne,
Ana keklik misali.
Kanat açıp tanrıya,
Gökyüzü’ne yükseldi.
“Yusuf’um,
Şehidim...” oldu,
Onun en son sözleri.
Yığılıp kaldı garip,
Ve kapandı gözleri...
Gün batımında.
Bir bağ bozumunda,
Hava puslumu puslu,
Kalleşler yine pusuda.
Yusuf ile Ayşe ana,
Ebedi uykusunda...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)